Bir cibilliyetsiz dayatma olarak “ Toplumsal Cinsiyetsizlik “

Batı dünyası, yıllarca egemenlik sürdürdüğü işgal topraklarından çekilirken oralarda iki şey bırakırdı. Birincisi kendilerine boyun eğmiş uysal yöneticiler (buna yerli işbirlikçi diyenler de var), diğeri ise tüm toplumu kendilerine benzetmek amacıyla bırakılan kendi kültürleri. Bunlardan hangisi daha çok tehlikeli oldu diye sorsak, şüphesiz kültür açık ara önde olur.

Batı hayranlığının, neredeyse geri kalmış tüm dünya ülkelerinde korkunç bir etkiye sahip olduğunu görünce, batıya biat etmiş liderlerden daha tehlikeli olan bir şey var ise, şüphesiz o da silahsız işgal anlamına gelen kültür emperyalizmidir. Birincisinden kurtulmak kolay, ama ikincisi o kadar ciddi ve silinmez etkilere sahip ki…

1. Dünya savaşından sonra ortaya çıkmış veya kurulmuş-kurdurulmuş tüm ülkelerde devrim-modernleşme adına yapılan tüm işler, aslında o ülkelerde var olan geleneksel din-devlet anlayışı yerine, o ülkeleri daha yönetilebilir hale getirmenin çabalarından başka bir şey değildi. Bunun için en önemli şartın ise, yaşam biçimi olarak kendilerine benzeyen nesiller yetiştirmek olduğunu çok iyi biliyorlardı. Lakin yaşam biçimi açısından kendilerine benzettikleri toplumları ekonomik gelişmeler-gelir seviyesi açısından sürekli ekmeğe muhtaç bırakıyorlardı. Örneğin; Türkiye’de 1926 yılında Borçlar Kanunu-Ceza Kanunu-Maarif Teşkilatı Kanunu gibi kanunlar ile Osmanlı sermayesi olan tüm birikim muassır medeniyetler (!) gerekçesi ile terk edilip, yerine yüzbinlerce heykel-büst yapılırken (üstelik tüm toplum savaştan çıkmış ve ekmeğe muhtaç iken), aynı yıl yani 1926 yılında; İngiltere ilk kez Tv yayınına başlarken Almanya’da Mercedes Benz fabrikası kuruluyordu.

Özellikle 1920-1940 arasında tüm dünyada olan biteni incelediğimizde, bugünün küresel oyuncularının ortamı ne kadar önceden hazırlamaya başladıklarını rahatlıkla görebiliriz. Üstelik artık günümüzde bu gelişmeleri saklama gereği bile duymuyorlar. Tabir yerindeyse, gözümüze soka soka yapıyorlar ne yapacaklarsa… 50-60 sene önce işçi hareketleri kamufle görevi görüyordu, bugün ise küresel salgınlar, gıda krizleri, yüksek enflasyon ile aynı dümeni sürdürmeye devam ediyorlar.

Bu genel özeti, benzer örnekler ile çoğaltmak mümkündür. Gelelim konumuza. Son zamanlarda özellikle büyük şehirlerde görülen sokaklarda çıplak halde yürüme, sokak ortasında hayvanlar gibi ahlaksızca ilişkiye girme, LGBT tarzı dernek-vakıfların pervasızca eylemleri, bize sanki dün planlanmış bir şey gibi geliyor.

Oysa tüm bu küresel gelişmeler bize yeryüzünde hiçbir gelişmenin aslında doğaçlama olmadığını gösteriyor. Örneğin planlanan bir gelişme veya yapmak istenen herhangi bir toplumsal mühendislik, ona en az tepki verecek toplumlarda deneniyor. Mesela sokaklarda çıplak mı yürünecek? Zaten yıllardır Avrupa’da dere kenarlarında-plajlarda çıplak güneşlenmiyorlar mı? Boyalı basınlarda yıllarca bilmem hangi Yunan adalarında çıplaklar kampı varmış da, orada hayvanlar gibi davranmak serbestmiş haberleri bu topluma pompalanmadı mı? Yani bu durumlara aslında adım adım hazırlanmadık mı?

Hayatımızı Tv’lere bağladığımız 90’lı yıllardan bu yana, her kanalda aslında bir tane LGBT’li sanatçı(!)-oyuncu dedikleri tipten kişi yok mu? Ülkenin en büyük şehrinin Belediye Başkanı eşcinsel evlilik için şu an toplum hazır değil! demedi mi?

Ve bunlardan daha önemlisi, bu ve benzeri gelişmelere karşı toplumsal ahlakı koruma adına yapılan tüm karşı duruşlar, gericilik yaftası yiyerek etkisiz hale getirildi. Şunu artık kabul edelim ki, epey zamandır toplumun tüm dinamikleri ile oynanıyor. Türkiye’de bu, daha ziyade geleneksel aile yapısı üzerinden yürütülüyor, çünkü batı toplumlarında aile çökertileli çok oldu.

2011 yılında ilk kez yürürlüğe konan İstanbul Sözleşmesi’ni 10 sene sonra kaldırmak övünülecek bir şey değil. Kanunlar yürürlükte olmasa da,kikaldıki bu meşum sözleşmenin uyguylamaya dönük yönü olan 6284 sayılı kanun halen yürürlükte, tüm toplumu CİNSİYETSİZ hale getirmek isteyen CİBİLİYETSİZLER, LGBTtarzı dernek-vakıflar üzerinden aile yapısının çökertilmesi ve tüm toplumu kapitalist ekonomik sistemin birer kölesi yapma amacı her gün biraz daha etkili oluyor ve hayatımız her gün biraz daha kuşata altına alınıyor. Bakın ben bu durumu herhangi bir ideolojiye veya herhangi bir dini otoriteye karşı yapılan saldırı olarak görmüyorum. Çünkü bu direkt İslam’a veya islam topluma yapılan bir saldırı değil, çünkü ORTADA BİR İSLAM TOPLUMU yok desek, çok mu abartmış oluruz?

Elbette bundan en çok İslam inancına sahip olanların etkilenmesi çok normal, çünkü bizler, ilkeleri Allah (cc) tarafından konulmuş bir hayatı yaşamaya çalışıyoruz. Dolayısı ile bu saldırıdan en çok bizler etkileniyoruz. Ancak “paranın dini olmaz” diyerek parayı din haline getiren sermayenin, toplumları nasıl daha etkin  sömürürüm sorusuna bulduğu en saldırgan çözüm, aile yapısını yıkarak olmuş.

Böylece aslında daha erişilebilir ve tüm ekonomik tercihleri daha kolay yönetilebilir bir nesil yetiştiriliyor ve bu bize “Z kuşağı” diye yutturuluyor. Oysa ortada bir kuşak yok, sadece batıya köle olmaya çalışan uşaklar var…

Bu küresel kriz, fivanunların dünyayı egemenlikleri altına alma girişiminden başka bir şey değil ve aslında bu ilk de değil. Tarih boyunca görüyoruz ki; gücü eline geçiren tüm zalimler kendilerinden başka kimseye yaşama hakkı tanımıyorlar. “O bozguncular, iş başına geçtikleri zaman ekini ve nesli ifsat ederler ve yeryüzünde bozgunculuk çıkarılar” (Bakara, 205) diyor Rabbimiz. İşte esas problem burada. Güç,bozguncuların elinde…

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir