SEYYİD KUTUB’UN BATIYA VE BATICILIĞA YAKLAŞIMI
Hamd bizi yoktan ver eden alemlerin Rabbi Allah (cc)’a aittir.
Mısır rejimi tarafından idam edilişinin 56.yılında Merhum Seyyid Kutub’u rahmetle anmaya ve onun Kur’an ve Sünnet üzerine bina ettiği Tevhidi Mücadelesini anlamaya devam ediyoruz. Seyyid Kutup; gerek yaşarken Mısır’da, gerekse idam edilmesinden sonra tüm dünyadaki Müslümanların Kur’an ve Sünnet anlayışı üzerinde ciddi etkiler göstermiş, tevhidi mücadelenin neredeyse mihenk taşlarından biri olmuştur.
Seyyid Kutub; Kahire üniversitesinde öğretim görevlisi iken 1948-1950 yılları arasında ABD’de bulundu ve bu dönemde ABD’de yaptığı gözlem ve izlenimler sayesinde BATI’ya karşı diğer konularda olduğu gibi çok net bir tavır oluşturdu. Merhum BATI’yı okumaya çalışırken bunu Kur’an-ı Kerim ve nüzul ortamını baz alarak oluşturduğu cahiliye anlayışı çerçevesinde inşa etmiştir. Seyyid Kutub, batıyı değerlendirirken meseleye dar bir çerçevede yaklaşmamış, batı kültürünü ve batı toplumu, dini, siyasi, ekonomik ve sosyal olarak geniş bir pencerede değerlendirmiş ve buradan edindiği tecrübe ile hem kendi toplumunu hem de oluşturduğu hareket anlayışını buna göre değerlendirmiştir.
Batı kültüründe var olan etkinin Hristiyanlık mı yoksa eski pagan kültürünün kuşattığı Roma kültürümü sorusunu sormuş ve Batı’nın Hristiyanlığa bakış açısının da problemli olduğunu savunmuştur.
Batıyı kuşatan düşünce ve inanç sisteminin tahrif edilmiş olsa bile Hristiyanlıktan almadığını, Roma merkezli bir akidenin oluşturduğunu savunur. Kutub’a göre (ki bizde aynı kanaatteyiz) İslam, geleneksel ve Modern bütün cahiliye düşüncelerini kökten reddeder. Oysa Batı dünyası modern cahiliyeyi tüm imkanları ile kuşanmış durumdadır ve Kutub hayata yön veren tüm prensiplerin oluşturduğu kaynağı Mekke cahiliyesi ile bir tutar.
Kutub’a göre Batı ve Batı’dan beslenen cahiliyenin iki temel özelliği vardır. Birincisi; Allah’ın varlığı inkar eden ve diyalektik materyalizm temelli bilimsel-ateizm denen cahiliye düzenidir. İkincisi ise, Allah’ı inkar etmeksizin göklerin egemenliğini ona bırakırken, yeryüzü egemenliğini tagutlara terk eden, insanlara mescitlerde, kliselerde ve havralarda ibadet özgürlüğü verirken, günlük hayatlarında Allah’ın şeriatı ile hükmedilmesini yasaklayan anlayıştır. Yeryüzünde yıkıcılık ve fesat işte bu düşüncenin merkeze alınmasından kaynaklanmaktadır.
Seyyid Kutub ABD’de yaşadığı üç yıl içerisinde aslında BATI’nın ne anlama geldiğini ve Müslümanların bu konuda nasıl bir tavır alması gerektiğini çok iyi gözlemler. Cahiliye tanımını yaparken ortaya koyduğu prensipleri göz önüne aldığımızda, yani seküler yaşam ve hukuk anlayışının hakim olduğu toplumları sınıflandırmaya kalktığımızda, Hindistan, Orta Afrika, Japonya ve Filipinler gibi toplumları ve 2.Dünya savaşından sonra iki kutuplu dünyanın diğer tehlikeli yüzü gibi gösterilen Rus komünizmini merkeze almaz çünkü bu toplumları da batının birer kölesi gibi görür.
Batı Medeniyeti dendiği zaman Kutub için geçerli tehlike yarım Avrupa ve Tam ABD’dir. Kendisinin ABD’de yaşamış olması bu konuda duygusal bir tepkimi var sorusu gündeme bile gelmemelidir. Zira kendisinin vefatından sonra geçen sürede ABD’nin islam coğrafyası için nasıl bir tehlike olduğunu düşünürsek, Kutub’un BATI derken neden ABD’yi kastettiğini çok iyi anlarız.
Yarım Avrupa ve Tam ABD ?
Batı medeniyetinin temelini aslında Hristiyanlık oluşturur ve bu dinin tahrif edilmemiş halinde mutlak adalet ve mutlak ahlak hâkimdir tıpkı İslam dininde olduğu gibi. Kaldığı bizler için bütün dinler aslında İslam’dır. Ancak Seküler – Laik anlayış tahrif Hristiyanlığa bile tahammül edemedi ve onu sanayi devriminden sonra kiliseye hapsetti ve yerine pagan Roma kültürünü egemen kıldı. Güç kullanarak kendisine ait olanları ilahlaştırmak ve dokunulmaz yapmak Roma kültürünün olmazsa olmazıdır. Birçok Roma imparatoru kendisini tanrı olarak takdim etmiştir.
Günümüz Avrupa’sı ABD’ye göre daha sönük bir durumdadır. Toplumda soyut olarak kalsa bile bir tek tanrı inancı vardır. Hatta kanaatimce, özellikle haçlı seferleri esnasında Avrupa orduları ile İslam ülkeleri arasında başlayan hem savaş, hem de yakın ticaret ilişkilerinin etkili olması da bunda etken olabilir. Oysa ABD için durum böyle değildir. ABD’nin fiziki olarak kadim İslam ülkelerine yakınlığı olmadığı için Avrupa ülkelerine göre daha Seküler ve daha düşmanca tavır takınmıştır.
Kutub’a göre; demokrat, faşist, komünist kim olursa olsun sıradan bir batılı tek bir din tanır. O da, maddi ilerlemeye dayalı materyalist dindir. Maddi ilerlemeye dayalı yaşam biçimi maddeyi ele geçirmek için her türlü azgınlığı kendinde hak olarak görür ve iktidarı ele geçirmek için devamlı çalışmak zorundadır. Ancak bu ne kendisine ne de topluma bir fayda sağlar.
Kutub Batı toplumlarını tanımlarken Vela-Bera ilişkisini merkeze alır. Kutub’a göre BATI iflah olmaz bir islam düşmanıdır. Oluşturmaya çalıştığı medeniyet insan gerçeğine ve fıtrat’a aykırdır ve bundan dolayı İslam Medeniyeti’ne asla yetişemez. Çünkü Kutub için Batı; madde, para, güç, savaş, öldürme ve galibiyet demektir. Müslümanlar için asıl düşman seküler, materyalist, bireyci batı ve batıcılıktır.
Batı ve Batıcılık ?
Batı’nın ne olduğu konusunda herkes hem fikir olabilir ama Batıcılık konusundan ne anladığımız çok önemlidir. İslam toplumlarında özellikle Osmanlının son dönemlerinde Batıya karşı olmak dendiğinde akla gelen şey Batıların kullandığı araç gereçleri kullanmamak ve giyim-kuşamda dâhil olmak üzere günlük hayatta onlar gibi olmamaktı. Bu davranış batı karşıtlığı gibi görünse de, temelde durum daha farklıydı. Batı’ya karşı olmanın bu şekilde anlaşıldığı bir ortamda elbette Batılaşmanın göstergeleri de çok yüzeyseldi. Özellikle Cumhuriyetin kuruluş yıllarında BATILAŞMA adımları olarak gösterilen temel göstergeler, Batılılar gibi yaşamaktı. Fötr şapka ve smokini Batılaşmanın sembolü olarak görünmesi birazdan bundan dolayı idi. Zaten bunun aksini iddia eden, buna karşı duranların Şapka giymemeyi reddetmesi aslında temelde batıcılığa karşı bir duruştu ve bunun bedelini de canları ile ödediler.
Burada aslında üzerinde durulması gereken konu, Batı düşüncesinin kendisini mutlak üstün tutmak için gösterdiği gayretin esas sebebidir. Sürekli ilerlemeyi esas alan ve hiçbir sabitesi olmayan, küçük azgınlığın mutluluğu esasına dayanan bu anlayış kendisine düşünce temelinde karşı duranları ESKİLERİN MASALLARI anlayışı ile karşı çıkıyordu ki bu da bize HAK ile BATIL’ın kıyamete kadar devam ettireceği bir savaştır teorisini doğruluyor.
Musa (as), İbrahim (as) ve Hz.Muhammed (sav)’ın yaşadığı devirlerde yönetimi elde tutanların iddiaları ile günümüz Batı ve Batıcılarının tutumları arasında bir fark yoktur. Gökten indiği varsayılan ve Eskilerin Masalları ifadeleri aslında yanı başımızda yaşasa bile Allah’ın hükümlerine teslim olmayan herşeyin bizim için batı ve batıcı olduğu gerçeğini hatırlatmak zorunda.
Kutub’un eserlerinde Batı dünyasının temelinde yatan işgalci ve yıkıcı emperyalist düşüncenin ABD merkezli olduğu görülür. Kuruluşunu Beyaz adamın işgalci ve katil ruhuna borçlu olan ABD, bu ahlaksızlığı tüm dünyaya yaymıştır. Bunu yaparken tüm araç-gereçleri kullanmayı da ihmal etmemiştir. Batı dünyası için asıl olan işgaldir. Bunu bazen bir atom bombası ile yapar, bazen de bir Hollywood filmi ile yapar. Tüm enerjisini yeryüzünü işgal etme ve kendisine köle yapma üzerine kuran batı dünyası için bunun yanında olan herkes dost, karşısında olan herkes de düşmandır.
Kutub ABD’deki izlenimlerinde toplumsal hayatın nasıl bir fesat içerisinde olduğunu görür. Özgürlük adı altında tüm sapıklıkları, evlilik dışı ilişkileri ve tüm ilkel yaşantıları özel yaşam alanı altında değerlendirilmesine karşı çıkar. Batı’nın esas amaçlarından biri de aslında İslam toplumlarına özgü Ahlaki değerlerin yerle bir edilmesidir. Özgürlükler adı altında önce ABD’de temellenen ve meşrulaştırılan yaşamların daha sonra diğer ülkelere dayatılması kültürel işgaldir ki bu fiziki işgalden daha da tehlikelidir.
Batı’nın Din ve Dünya ayrımı :
Hristiyanlığın batı toplumundaki etkisini yitirmeye başladığı ve Fransız devriminden sonra tamamen hayattan kopartılmasından bu yana Batı toplumlarını etkisi altına alan sekülerizm yani laiklik din ve devleti iki ayrı özerk kurum gibi tasarladı. Ancak güçlendikçe dini de kendi tekellerine aldı. 19.yy’dan itibaren tüm dünyayı etkisi altına alan bu süreç sonunda laik sistemler hayatın tüm alanlarında etkin oldular. Bu süreçte modern düşünce olarak kendini adlandıran dinsiz sistemler, dinin yalnızca hurafelerden oluştuğu düşüncesini yaydılar. Bu aslında Dinin sosyal hayata müdahale edemeyeceği inancı için olmazsa olmaz bir kural olarak görüldü. Güçlü olanın haklı olduğu şeklinde oluşan bakış açısı Batı’daki din ve dünya ayrımı konusunda bize bir fikir verebilir sanırım.
Batı dünyası dini dünya işlerinden ayırırken bunu zehri şerbet gibi göstererek yaptı. Dinin tüm gelişmelerin önünde bir engel olarak gördü ve gerek Avrupa’da gerekse ABD’de tüm dini otoriteleri etkisiz hale getirdi. Batı için artık kendisine muhalefet edecek bir ortaçağ kilise egemenliği kalmamıştı. Hatta kendi ihtiyaçlarını bile gidermesi için artık klişenin sermayeye ihtiyacı vardı. Çünkü paranın kontrolü kiliseden çıkmış, sermaye dini de devleti de aslında kendisine köle yapmıştı.
Bugün hepimizin küresel güçler diye ifade ettiğimiz şey aslında iki günde oluşan, ortaya çıkan bir oluşum değildi. Seyyid Kutub bunu üstelik herkesin Komünizmi kendisine düşman olarak gördüğü bir zamanda ABD’yi düşman ilan ederek yapmıştı. Dinsiz bir yaşamın daha o yıllarda ABD toplumunu nasıl ahlaksız- ilkesiz ve sapık bir hale getirdiğini fark etmiş ve Mısır’a döndüğü 1950 yılından idam edildiği 1966 yılına kadar tüm ömrünü Batı’nın İslam’a olan düşmanlığını ifşa etme üzerine harcamıştır. Batıdaki tüm ekonomik ve teknolojik gelişmelerin önünde Dinin bir engel olarak görülmesine karşı çıkmış ve Batı’nın ilerlemesinde rolü olan İslam medeniyetinin nebevi usulle öne çıkartılmasının zorunluluğundan bahsetmiştir.
Batının ve Batıcılığın İslam Ülkelerindeki İşgali
Kutub 2.dünya savaşından en karlı çıkan ABD’nin tüm dünya üzerindeki hegemonyasını güçlendirme adına atacağı tüm adımların dikkatli takip edilmesini ister. Avrupa ve ABD toplumlarının peşin hükümlü ve saplantılı tavırlarına çözüm olarak gösterilen hümanist akımların beyhude çaba olduğunu anlatır. Din ve Dünya ayrımı şeklindeki anlayışın hem insan fıtratına olan düşmanlığı hem de kuran ve sünnet üzerinde düşünüldüğünde bunun imkansız olduğu inancı tüm hızıyla aslında dünya Müslümanları arasında yayılır. Kutub’un Mısır’da özellikle cezaevindeyken yazdığı yazılar ve yaptığı Kur’an tefsiri Batıda Hristiyanlığın toplumsal hayattan dışlandığında ortaya çıkan sonucu İslam beldelerini de beklediğini anlatır.
Çünkü Batı maddecidir, işgalcidir, savaşçıdır ve kendinden başka kimseye hayat hakkı tanımaz. Batı’nın maddeci ilerlemesinin önünde tek engel olarak gördüğü düşünce biçimi ise İslam’ın kendisidir. Kapitalist ekonomiler için tek tehlike sosyal hayata müdahale eden ve insanı kendi başına bırakmayan İslam ve onun sabit hükümleridir. Bundan dolayı batı esasen Hristiyanlığa karşı gibi görünen tavırları aslında İslam’a karşı çıkmanın bir kılıfıdır. Çünkü ne Hristiyanlığın ne de Avrupa topluluğunun böyle bir iddiası vardır.
Modern Cahiliye Varlığını iki şeye borçludur. Birincisi bireydeki ahlak kavramının yok edilmesi, ikincisi ise toplumların siyasi-ekonomik ve sosyal alanlarda Allah’ın koyduğu nizamların değil, batının sürekli değişiklik gösteren ilkesiz anlayışların hâkim olmasıdır. Batı dünyası sömürgeci siyasetini ve tüm dünya üzerinde kurguladığı hayat tarzının önünde bir tek İSLAM dinini tehlike olarak görür. Onun için Seyyid Kutub’a göre Batı iflah olmaz bir İSLAM düşmanıdır.
Kutub bu düşüncesini savunurken Batı’nın argümanlarını İslam inancına göre savunma fikrine karşı çıkar. Çünkü İslam dininin kendisini savunmaya ihtiyacı yoktur. Onun toplumsal hayata dair olan yasaları İlahi yasalardır ve kişilere göre değişmez. Oryantalistlerin tüm saldırılarına rağmen Kutup İslam beldelerinde Hâkimiyeti Allah’a ait kılmanın farzından bahsetmeden geri durmaz.
Emperyalistler kitleleri sömürmek için her yolu kendilerine mubah kılarlar. Bunun için ilk yaptıkları şey ise kitlelerin karşı koyma direncini kırmaktır. İslam’ın ilahi hükümlere karşı oluşturulmuş yönetimlere tabi olmayı yasaklayan özelliği emperyalistler için çok önemli bir engeldi ve bunu da oryantalistlerin İslam toplumlarında yaptığı tahrifat ile çözdüler. Çünkü batı dünyasının dine ve dini otoriteye olan karşıtlığı salt bir ideolojik veya felsefi bir tepki değildir. Kendi ilerlemesinin önünde yasal olarak gördüğü tek engel İslam’ın hayata olan müdahalesidir.
Batı’nın Dini İmanı olur mu ?
Modern hayatta ortaya çıkan tüm sorunların sorumlusu aslında Batı’nın doymak bilmeyen iştahıdır. Çünkü Batı uygarlığı, aşırı stokçu faizci sistemi temsil eder. Uluslararası kapitalizmin tek amacı doğulu ve batılı tüm halkları kendilerine köle etmektir. Bunun için doğuda ve batıda kurdukları ilişkiler ve yerli işbirlikçiler sayesinde ekonomik sistemlerini toplumlara dayatırlar ve buna karşı çıkan herkesi yok etmekten çekinmezler. Batı’nın dini de imanı da paradır. Para son 200 senedir çok az el değiştirmiş ve sermayeyi elinde tutan insan sayısı azalmıştır. İktisadi literatürde; gelir dağılımındaki adaletsizlik olarak tarif edilen şey, aslında İslam’ın para üzerindeki hâkimiyetinin son bulmasından kaynaklanmaktadır.
Toplumların şehvet batağına düşmesi, kumar, içki gibi günahların toplumlarda baskın olması aslında faizci sistemi ayakta tutan önemli unsurlardır. Faizciler, insanlığın faydasını görmezden gelip dünya sermayesinin tek elde toplanması adına tüm Dünya’yı kontrol altında tutmanın yollarını ararlar. Şüphesiz bunun en merkezinde yatan Allah’ın hükümlerinin dünyanın herhangi bir yerinde uygulanmasına karşı çıkmak, onu engellemek gerekirse yok etmektir.
Batı Dünya’sı bu amacına engel olarak gördüğü tüm gelişmeleri gerek oryantalistlerin faaliyetleri gerekse yerli işbirlikçilerin çalışmaları ile takip etmekte ve kontrol altında tutmaktadır. Mısır’da veya başka bir İslam beldesinde yaşanan ve Laik-Kapitalist sisteme aykırı olan herhangi bir İslami düşünce ve İslami yaşam faaliyeti neden binlerce km uzakta olan bir devleti ilgilendirsin? Bunu ancak paranın ve gücün her şeyi kontrol etme arzusundan başka hiçbir şeye bağlayamayız.
Her ulusun sömürülme şeklinin birbirinden farklı olduğunu savunan Kutub, Batı’nın düşmanlık ve saldırganlık seviyesinin de buna göre değiştiğini söyler. Dünya aslında Amerikan sömürgeciliğine teslim olmuş durumdadır ve bu sömürgecilik tüm gücünü; İslam hukukunun yok edilmesine borçludur.
Batı; bu sömürgeciliği ayakta tutmak için hedef olarak kendisine; halkı Müslüman olan ülkeleri ve o ülkelerdeki yönetimin İslam’ın eline geçmemesi ile elde edecektir. Bunun için toplumları seküler hale getirmek aslında sömürüye hazır hale getirmektir. Bu amaca yönelik olarak tüm İslam beldelerinde seküler laik eğitim sistemleri kurmuş, siyasi partiler eliyle sosyalizm-milliyetçilik gibi akımları etkin hale getirmiş ve İslam toplumlarında Kur’an ve Sünnetin egemenliğine son vermek istemiştir. Bu amaca karşı çıkan her kurum ve kişi Batı için potansiyel tehlikedir ve yok edilmelidir.
Kutub’a göre temelinde din düşmanlığı olan Batı düşünce sistemleri ile barışık hale gelmek ve bir sentez meydana getirmek imkânsızdır. İslam ülkelerinde ılımlı İslam düşüncesinin yayılma sebebi, İslam beldelerini aslında batı ile barışık hale getirme isteğidir ki; Kutub bunu sert bir şekilde reddeder ve HAK ile BATIL’ın savaşı olarak gördüğü mücadeleyi itikadi bir durum olarak nitelendirir.
Batı cahiliyesinin ürettiği literatürün Müslüman görünümlü kimseler tarafından dillendirilmesi kaleyi içerden yıkma faaliyetleridir. “Her şeyin ölçüsü insan olmalıdır” şeklinde idealize edilen her anlayış İslam akidesine göre Batıl’dır. Batılıların kendi elleri ile kurdukları ancak kendi toplumlarına bile huzur ve refah getirmeyin bu anlayışın İslam coğrafyalarında kan ve gözyaşından başka vereceği bir şey yoktur. Uygarlık tarihi boyunca her düşünce insanlığa hizmet etmek için çıkmıştır ancak hiç biri ilahi yasaların önüne geçememiştir. Batı dünyası bugün kendi sorunlarının çözümü için muhtaç halde iken, başka toplumları dizayn etme lüksü yoktur. Ancak bunu yüzyıldır kendine vazife edinmiş gibidir.
SONUÇ OLARAK:
Kutub’un Batı okumalarına imkân sağlayan şey aslında Mısır Milli Eğitim Bakanlığınca, belki de Mısır’dan uzaklaştırmak adına ABD’ye gönderilmesi ile başladı. Bu sayede Batıyı daha yakından tanıyan müfessir, Batıdan tüm dünyaya yayılan anlayışı: Sömürgecilik, materyalizm, ırkçılık, cinsel sapkınlık, kapitalizm ve laikten oluşan ve hayatın her alanına nükseden bir hastalık olduğunu söyler. Batı düşünce sistemleri ve onun tüm ürünleri, adalet ve merhamet dini olan İslam ile savaş halindedir. Kutub’un tüm batı okumalarının tek amacı, batıdaki ahlaki çöküntüye ve insanlığa verecek Bir şeyinin olmayışına dikkat çekmek değildir.
Müslüman toplumlar elbette gelişen teknolojiler ve iletişim araçları ile Batı ile daha fazla ilişki halinde olacaktır bu kaçınılmazdır. Ancak Batı’dan dağıtılan tüm bilgi ve yasaların alternatifsiz bir şekilde kabulüne karşıdır. İslam kendisi dışında tüm medeniyetlere ve yaşam biçimlerine İslam’a karşı olmadığı sürece yaşam hakkı tanır. Oysa Batı kendisi dışındaki tüm varlıklara düşmandır.
Kutub’un Kur’an merkezli çalışmaları ve Tevhidi okumaları İslam toplumlarındaki yerli işbirlikçileri için her zaman sorun olmuştur. Kur’an ahkâmlarının, siyasete, ekonomiye ve sosyal hayata dair naslarının etkin olmadığı tüm toplumları Cahiliye toplumu olarak adlandırması Allah’ın indirdiği ile hükmedilmeyen toplulukları Mekke cahiliyesi ile bir tutması ve buna yönelik yazdıklarının ciddi karşılık bulması Mısır yönetimini de rahatsız etmiştir.
Kur’an naslarının tarihselliğe hapsedilmeyeceğini ısrarla savunan Kutub, İslam ile diğer …izm’lerin sürekli bir savaş halinde olacağını ve hepsinin gizli ve açık İslam düşmanlığı beslediğini ısrarla belirtmiştir. Müslüman coğrafyaların içinde bulundukları kötü durumun en önemli sebebinin hayatın her alanında hâkimiyeti Allah’a değil batıl yasalara teslim edilmesine görür.
Maslahatçı anlayışların çözüm olamayacağını, Tevhidin Rabbimizi yalnızca isim ve sıfatları değil, aynı zamanda ulûhiyet ve rububiyet konularında da Allah’ı birlemek zorunda olduğumuzu özellikle belirtir. Seyyid Kutub bu amaçla tüm uzlaşma tekliflerini reddederken, Allah’ın yasalarından taviz vermeye kimsenin hakkı olmadığını da belirtir. Yaşamı boyunca bu anlayış üzerine olan ve tüm İslami çalışmalarını ve eserlerini buna yönelik oluşturan Kutub Allah’ın indirdikleri ile hükmedilmeyen ve Allah’ın hükümlerine aykırı tüm yasa ve anlayışları Tagut olarak nitelendirir. Gerek Batı okumalarında, gerekse Mısır’daki çalışmalarında bu konudaki tavizsiz tavrı ölümünden sonra da tüm Müslümanlara ışık tutmuştur.
Elbette bir insan olarak hataları olduğu düşünülse de, Allah yolunda öldürülmüş ve hala aramızda bir şahit olarak canlı olduğunu kabul edersek, yaptığı amelin ne kadar kıymetli olduğunu anlamış oluruz. İdam edilmesine sayılı günler kala dönemin Mısır Cumhurbaşkanı tarafından kız kardeşi vasıtası ile yapılan ayartıcı teklifi hayatı pahasına ret ederken aslında onun ölümü değil yaşamı seçtiğini bir kez daha iyi anlıyoruz. Ona özür dile idamdan kurtul diyen kişinin adını sanını hatırlamıyorken, Allah’ın (cc) davasını tavizsiz bir şekilde savunanları Rabbimizin nasıl diri tuttuğunu bir kez daha görmüş oluyoruz.
Bir kez daha merhuma Allah’tan rahmet dilerken, geride kalan tüm dava adamlarına da Rabbimden tavizsiz ve tevhit üzerine bir hayat diliyorum ve Rabbimizin Al-i İmran suresi 102. Ayetinde hepimize yaptığı bu uyarı hatırlatmak istiyorum.
Bismillahirrahmanirrahim:
“Ey iman edenler, Allah’tan nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa öylece korkup sakının ve siz, ancak Müslüman olarak ölün.”
Şüpesiz sözlerin en güzeli Allah’a (cc) ve Resülüne aittir.
Halil ÇİLOĞLU