Modern zaman tuzağı: EĞİTİM!

Bir cahiliye tuzağı, modern zaman tuzağı haline dönüşmüş bir mesele olan eğitim meselesi uzun zamandan sonra ilk defa insanların hayatında bu kadar yer etmeye başladı. Haliyle bu durum bizde özellikle Müslüman toplumlarda eğitim meselesine olan bakış açısını tekrardan gözden geçirme ihtiyacı doğurdu, veya doğurmalıdır.

Pandemi sürecinden bu tarafa bir çok sektör veya kurum işlev göremedi. Bunlardan özellikle toplumsal işlev gören iki alanın yokluğu aslında hiç fark edilmedi bile. Birincisi Futbol idi. Gündelik hayatımızda, siyasette ve ekonomide çok ciddi yer kaplarken ve ciddi bütçeler ile toplumlar uyuşturulurken birden düdük çaldı ve maç bitti. Daha 6 ay önce olmazsa ölürüm, sensiz ölürüm sloganları atan taraftar kitleleri aylardır maça gitmediklerinin farkında bile değiller. Küresel algılar aslında böyle yürütülüyor. Belki ileride bu konuya Müslümanca nasıl eğiliriz bunun da istişaresi yapılabilir ama, şu anda konumuz bu olmadığı için buradan esas meselemize yani EĞİTİME ! geçmek istiyorum.

Statlar nasıl kapandıysa okullarda birden kapandı ve hayatımızı her anı ile dolduran ve o çok önemli gördüğümüz ve her şeyin başı dediğimiz EĞİTİM sonlandı veya ara verildi. Bu süreçte çok şey için biz  olmasa da olurmuş demiş olduk. Örneğin maça gidilmese de oluyormuş mesela. Peki okullar olmasa da oluyor muymuş? farkında olduk mu  okulların kapalı olmasının. Koca koca binalar ve yüzbinlerce çalışan kadrosu ile eğitim sektörü ! işsiz ve açıkta kalma korkusu yaşamasa okullar da olmasa oluyor muş demek ki? Peki neden?

İnsan hayatında olan ve henüz terk etmediği veya yokluğunu görmediği bir şeyin hayatında ne kadar anlam taşıdığını nasıl görecek ? nasıl ki kıymetli bir eşya, sağlık, para veya yakın bir dost kaybolduğu zaman yokluğuna pişman oluyor isek, hayatımıza anlam katmayan, değer katmayan ve bırakın yük olmayı yük olan her şey aslında OLMASA DA OLUR cinstendir ve bunların başında da aslında modern zamanların insan öğütüm yuvası haline gelen eğitim kurumlarıdır.

Meselenin sadece İslamî boyutuna girip laik düzen cahili eğitim gibi klişe sözlerden ( içi boş olmaya bilir bu sözler ama kabul edelim ki derdimizi muhataba anlatma açısından bazen İslamî kavram ters tepki verebiliyor) ve esasen bunun dışında bir meseleden bahsetmek gerekiyor. Nedir o ? bakalım…

Yüzyılın başı İngiltere-Roma hanedanlığının kontrollü bir şekilde Osmanlı’yı parçalaması ile sonuçlandırdığı 1.dünya savaşı sonunda elde ettikleri imparatorluk mirasina ( Osmanlı mirasina) toprak kazancı olarak bakmadılar hiçbir zaman. Yani elde ettikleri sömürge devletleri ve yönetimini kontrolde tuttukları ülkelerin yeniden inşaasında veya yapılanmasında o toplulukların İslam ile arasındaki tüm bağları koparmaya çalıştılar ve çoğunda da başarılı oldular. Örneğin Osmanlı savaşta yenilebilir, toprak kaybedebilir, bu çok normal. Normal olmayan ise savaştan toprak kaybederek çıkan bir ülke mesela neden ADINI-DİLİNİ-DİNİNİ-EĞİTİM ANLAYIŞINI-YASAMA-YÜRÜTME VE HÜKMETMEDE kullandığı bin yıllık İslam hukukunu ve İslam’dan beslenen geleneği neden değiştirir ve buna ilk olarak dil’den yani eğitimden başlar? bunu hiç düşündük mü ?

Zaman zaman muhafazakarlardan gelen camileri ahır yaptılar söylemi aslında var olan bir gerçeği bir türlü dile getirememe korkusundan veya dönemsel elde edilen dünyevi değerlerin kaybedilmesinden kaynaklanan endişeden başa bir şey değildir. Örneğin adına Harf inkılabı veya Harf devrimi dediğimiz var olan alfabenin değiştirilmesi ile başlayan süreci dikkatli izleyen her aklı başında kişi global dünyanın hangi ellerde her yüzyıl başında nasıl dizayn edildiğini anlar sanırım. Muassır medeniyetler diye Müslüman halklara dayatılan Batı dünyasına ait değer(sizlik)ler eğer sadece dünya’da bir güç elde etme amacı güdüyor ise bugünde bizim Türkçe eğitimden Çin’ce eğitime geçmemiz gerekir mesela.

İstanbul gibi bir başkent’te bilinen dünyanın 5’te birine hükmeden Osmanlı mirasını cahillikle suçlamak ve o dönem insanlarının Türkçe bilmediği için geri kaldığını ileri sürmek ve esas dili ile oluşan kültürü yok sayarak bir üstünlük oluşturmaya çalışmak sadece Kemalist rejim dayatmışıdır diye geçiştirmek hatadır.

Pandemi süreci bize aslında dünyanın hiçbir zaman bir imparatorluk yönetiminin dışına çıkmadığını sadece el değiştirdiğini göstermesi açısından çok önemli bir misaldir. 100 sene önce temelini attıkları dünya devletinin bugün meyvesini yiyen küresel sermaye ve oligarşi çetesi eğitmeden ömürleri öğüterek nesilleri kendilerine kul ve köle yapmanın zorunlu planlarını yapıyorlar. Henüz 6 yaşında başlayan eğitim sürecinin sonunda 18 yaşında Allah’tan, Resül’ünden ve İslam ahlakından yoksun üstelik boşa geçmiş 12 yılın sonunda kapı önünde bekleyen milyon işsizler ordusu ile yüzleşme gerçeği bize Eğitim derken ne anladığımızı ve hayatımızı neye göre planlamamız gerektiğini bir kez daha hatırlatmalıdır.

İlk emri Oku olan din bize yalan yazılmış, saptırılmış bir tarihi okumamızı emretmiyor. Bize dünya hayatında her şeyi mubah kılan bir anlayış ile hayatımızı idame etmemizi, başka hayatları örnek almamızı emretmiyor. Bilakis yememizden içmemize hayatımıza dair ne varsa el atıyor ve her şeyimizi, her şeyi var eden güce göre ayarlamamızı emrediyor. Dünya’da ulus devletler kendi toplumlarını eğitirken acaba neleri kendilerine kıstas alıyorlar. Eğitim müfredatları hangi içeriklerden oluşuyor. Toplumlar kime ve neye göre yetiştiriliyor ve anne-baba’lar bu hususa ne kadar önem veriyor. Bu pandemi sürecinde toplumların sağlık endişelerinin tek bir merkezden nasıl kontrol edildiğine şahit olduğumuza göre, eğitim anlayışının da aslında aşağı yukarı benzer bir şekilde kontrol edildiğini söylemek fazla abartı olmaz sanırım.

Tüm teknoloji ve iletişim kanallarının tek elden yürütüldüğü günümüz dünyasında hiçbir topluma; kendi öz varlıkları ile yaşamasına ve kendine ait değerler üzerinden bir medeniyet inşa edilmesine müsaade edilmiyor. 2.Dünya savaşı sonrası kendi kabuğuna çekilip, geleneklerine bağlı bir model kurmaya çalışan Almana ve Japonya örneği bile aslında tam anlamıyla başarı sayılmaz, kaldı ki bu iki örnek zaten Müslüman toplumlara hedef olarak gösterilemez.

Hilafetin kaldırılması ve dil alanında yapılan eksen değişikliği “ Muassır Medeniyetler” başlığı altında lanse edilen şeyin aslında toplumun İslam ile arasındaki bin yıllık bağı koparmaktan başka bir şeye yaramadığını yine batılı ölçülerden alabiliriz. Örneğin dünyanın en iyi 500 üniversitesinde Türkiye’den sadece 1 üniversitenin olmasını, onunda özel bir üniversite olduğunu düşünmek gerek. Ayrıca o listeye girmek için yapılan kulisleri de hesaba katmadık.

20.yy başlarında daha doğrusu Osmanlı imparatorluğunun dağılmasından  sonra kurulan devletlerin tamamında aşağı yukarı bu sorun var. Tamamı bir ideolojik dayatma ile toplumlarını eğitmeye daha doğrusu eğitmemeye devam ederken, üretimden teknolojiye bir çok konuda batı toplumlarının gerisinde kalmaya devam ediyor. Üstelik bu coğrafyalar çok önemli yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olmasına rağmen kendi öz güçlerine yani sahih bir İslam anlayışına dönemiyorlar. Batı medeniyetlerinin kötü bir kopyasından öteye gitmeyen bu ülkeler, gerçek kalkınmayı ve bağımsızlığı ancak Kur’an ve Sünnet’e bağlı kalarak kazanacaklardır.

Adem (as)’den bu yana tüm Firavunvari sistemler toplumlarını köleleştirerek ayakta kalırken, günümüz firavunlarının yaptıklarını bundan ne kadar farklı görebiliriz. Hatta daha tehlikeli olanı kendini özgür zanneden kölelerden oluşmaları. Bu meselenin Kur’an-i karşılığına ve Kur’an’da eğitime yani Kur’an-i eğitime ne kadar önem verildiğini ayetler ışığında incelemek isteyenleri mutlaka “Rab” kavramını baz alarak bakmalarını tavsiye ederim. Ancak ben burada zaten İslami olmayan bir sistemden bunu da beklememek gerek. Ancak Müslümanlar bu konuda ipin ucunu başkalarına bırakamazlar. Kabul etmeliyiz ki; Türkiye’de 12 yıl boyunca devam eden eğitimler maddeci-materyalist bir anlayışın tezahüründen başka bir şey değildir. Hâlâ okullarda insanlığın güya gelişimini anlatan ve maymunlardan insana dönüşen tabloların asılı olduğunu unutmamak gerekir. Hem eğitim seviyesinin düşük hem de gayri-İslamî olması aslında hem dünya, hem de ahiret hayatından habersiz olduğumuzu gösterir. Yani hem dünya’dan hem de ahiretten olan bir kuşak yetişiyor.

Adına Z kuşağı dedikleri ve din adına sadece Allah’ın varlığını kabul eden ama hiçbir Rabbi otoriteyi kabul etmeyen deist nesillerin geleceğimize nasıl yön vereceğini, zalim-kâfir toplulukların İslam coğrafyalarındaki işgal ve sömürülerine nasıl karşı duracağımızı düşünmek gerek.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir